Arda
New member
[color=]Müstakbel Eşim: Zamanın İçinden Gelen Bir Söz[/color]
Bir akşamüstüydü. Çayımın buharı camın buğusuna karışırken, eski bir defterin sayfaları arasında sararmış bir not buldum. Üzerinde titrek bir el yazısıyla “müstakbel eşime…” yazıyordu. Notun altı boştu — sanki biri, geleceğine yazacağı sözü yarım bırakmıştı. O an düşündüm: Müstakbel eşim ne demekti gerçekten? Sadece “ileride evleneceğim kişi” mi, yoksa geleceğe duyulan bir inanç, bir hayal, bir sorumluluk muydu?
[color=]I. Zamanın Arasında Bir Kavram: “Müstakbel”in Anlamı[/color]
Türkçede “müstakbel” Arapça kökenlidir; “gelecekte olacak” anlamına gelir. Ancak bu kelimenin taşıdığı anlam, dilin ötesine geçer. Bir toplumun geleceğe, evliliğe, hatta insan ilişkilerine bakışını yansıtır. Osmanlı döneminde “müstakbel eş” denildiğinde, bu ifade çoğu zaman ailelerin seçtiği, kaderin yazdığı kişiyi temsil ederdi.
Modern çağda ise bu kavram, bireysel seçim ve duygusal uyumla şekillenir. Ama hâlâ içinde eski bir yankı taşır: bir tür “bekleyiş”.
Peki biz bugün “müstakbel eşim” derken, gerçekten kimi bekliyoruz? Bir insanı mı, yoksa kendi içimizde tamamlanmayı mı?
[color=]II. Hikâye: Ayşe ile Mert’in Yarım Kalan Cümlesi[/color]
Ayşe, 29 yaşında bir tarih öğretmeniydi. Sınıfta Orta Çağ kadınlarını anlatırken, öğrencilerinden biri sormuştu:
“Hocam, o zamanlarda kadınlar sevdikleriyle evlenebiliyor muydu?”
Ayşe gülümsemişti. “Bazıları evet, ama çoğu kendi geleceğini değil, toplumun onlara yazdığı geleceği yaşadı,” demişti.
O sırada okulun bahçesinde, mühendis Mert yeni yapılan kütüphanenin zemin ölçümlerini yapıyordu. Disiplinli, hesaplı ve biraz da sessiz bir adamdı. İnsan ilişkilerinde planlıydı; duygularını stratejik bir dengeyle yaşardı.
Ayşe ise sezgisel, insan hikâyelerini dinlemeyi seven, empatisi güçlü bir kadındı. Tanıştıklarında ilk konuşmaları kısa ama derindi:
“Zemini ne kadar sağlam olmalı sizce?” diye sordu Ayşe.
Mert gözlerini ölçüm cihazından ayırmadan cevapladı: “Her yapı, taşıyabileceği kadar yük ister. Fazlası onu çökertir.”
Ayşe hafifçe başını eğdi. “İlişkiler de öyle galiba.”
O an, ikisinin arasında söylenmemiş ama hissedilen bir şey geçti — birbirini anlamanın sessiz bir biçimi.
[color=]III. Gelenekle Modernlik Arasında Bir Köprü[/color]
Ayşe’nin ailesi, “müstakbel eş” kavramını klasik anlamda yorumlardı. Onlara göre evlilik, düzenin simgesiydi; bireysel arayış değil. Mert’in ailesi ise daha modern bir çizgideydi, ama onlar da duygulardan çok “uyum” kelimesine inanırdı.
Bir akşam, Ayşe annesine Mert’ten bahsettiğinde şu yanıtı aldı:
“İyi çocuk belli ki, ama geleceği sağlam mı?”
Ayşe düşündü. “Anne, sağlamlık sadece maaşla ölçülmez,” demek istedi ama susmayı tercih etti.
İşte “müstakbel eş” tam da bu ikilikte yaşardı — bir yanda toplumun beklentileri, diğer yanda bireyin kendi anlam arayışı.
Tarihsel olarak bakıldığında, “müstakbel” kavramı hep bir öngörü, bir garanti duygusu taşımıştır. 20. yüzyıl başlarında yazılan mektuplarda, genç kadınlar “müstakbel zevcim” ifadesini umutla kullanırdı; çünkü o mektuplar bir tür sözleşme gibiydi. Bugün ise bu kelime, duygusal bağlamda daha belirsizdir — kimi zaman nişanlıyı, kimi zaman hayali bir kişiyi anlatır.
[color=]IV. Erkeklerin Stratejisi, Kadınların Sezgisi[/color]
Mert, ilişkilerde stratejik bir düşünce yapısına sahipti. Geleceği planlarken riskleri hesaplar, olasılıkları tartardı. Ayşe ise sezgileriyle karar verir, insanları duygular üzerinden anlamaya çalışırdı.
Bir gün Mert, Ayşe’ye şöyle dedi:
“Evlilik, doğru zaman ve doğru insan denklemidir.”
Ayşe gülümsedi. “Bence evlilik, zamanla doğru hale gelen iki insanın hikâyesidir.”
Bu fark, onların çatışması değil, tamamlayıcılığıydı. Erkeklerin çözüm odaklı yaklaşımı, kadınların duygusal sezgileriyle birleştiğinde gerçek bir denge doğar. Sosyolog Deborah Tannen, iletişim üzerine yaptığı çalışmalarında bu farklılıkların bir çatışma değil, farklı dil biçimleri olduğunu söyler (You Just Don’t Understand, 1990).
[color=]V. Toplumsal Algılar: “Beklemek” mi, “Seçmek” mi?[/color]
Forumlarda sık sık şu cümleyi görürüz: “Müstakbel eşimi bekliyorum.”
Ama beklemek pasif bir eylem değildir. Bazen bir inanç biçimidir. Toplum, özellikle kadınlardan sabırla “beklemelerini” ister; oysa modern birey, kendi hikâyesini seçmek ister.
Bu noktada soru şudur:
> “Müstakbel eş, bizi tamamlayan kişi midir, yoksa birlikte tamamlanmayı öğrenmemiz gereken yol arkadaşı mı?”
Evlilik kurumunun tarihsel rolü değiştikçe, bu kavramın anlamı da dönüşmektedir. Artık “müstakbel” yalnızca gelecekteki kişiyi değil, geleceğe dair birlikte kurulan vizyonu temsil eder.
[color=]VI. Hikâyenin Dönüm Noktası[/color]
Bir gün Mert, şehir dışına tayin teklifi aldı. Karar vermesi gerekiyordu: kariyer mi, ilişki mi?
Stratejik düşüncesi “git” diyordu. Ama Ayşe’nin sessiz varlığı, onun plan tablolarına sığmayan bir duyguydu.
Ayşe ise kalbinin sesiyle değil, kendi değerleriyle karar vermeyi öğrendi.
“Git,” dedi. “Ama dönmek istersen, buradayım. Çünkü müstakbel kelimesi, sadece geleceği değil, niyeti de anlatır.”
O an anladılar ki “müstakbel eş”, bir sözleşme değil; bir niyetin, bir yönün ifadesiydi.
[color=]VII. Sonuç: Müstakbel Eş, Aslında Bir Yansıma[/color]
Zaman geçti. Ayşe öğrencilerine ilişkiler tarihini anlatırken, “Müstakbel eş, sadece evleneceğiniz kişi değil,” diyordu, “hayatta değerlerinizi paylaştığınız insandır.”
Mert, başka bir şehirde çalışırken ona bir e-posta gönderdi:
> “Belki de ‘müstakbel’ kelimesi, hâlâ yazılmamış bir mektubun başlangıcıdır.”
Bu hikâye bize şunu hatırlatıyor: “Müstakbel eş” bir unvan değil, bir süreçtir. Kimi zaman karşımıza çıkan bir insan, kimi zaman kendi içimizde olgunlaşan bir kavrayıştır.
Peki sizce “müstakbel eş” dediğimizde, gelecekteki birini mi hayal ediyoruz, yoksa kendimizi daha iyi bir versiyona dönüştürecek bir hikâyeyi mi?
Belki de cevap, henüz yazılmamış bir notun satır aralarında saklıdır:
> “Müstakbel eşime… henüz cümleyi tamamlamadım, çünkü geleceğin kendisi hâlâ yazılıyor.”
Bir akşamüstüydü. Çayımın buharı camın buğusuna karışırken, eski bir defterin sayfaları arasında sararmış bir not buldum. Üzerinde titrek bir el yazısıyla “müstakbel eşime…” yazıyordu. Notun altı boştu — sanki biri, geleceğine yazacağı sözü yarım bırakmıştı. O an düşündüm: Müstakbel eşim ne demekti gerçekten? Sadece “ileride evleneceğim kişi” mi, yoksa geleceğe duyulan bir inanç, bir hayal, bir sorumluluk muydu?
[color=]I. Zamanın Arasında Bir Kavram: “Müstakbel”in Anlamı[/color]
Türkçede “müstakbel” Arapça kökenlidir; “gelecekte olacak” anlamına gelir. Ancak bu kelimenin taşıdığı anlam, dilin ötesine geçer. Bir toplumun geleceğe, evliliğe, hatta insan ilişkilerine bakışını yansıtır. Osmanlı döneminde “müstakbel eş” denildiğinde, bu ifade çoğu zaman ailelerin seçtiği, kaderin yazdığı kişiyi temsil ederdi.
Modern çağda ise bu kavram, bireysel seçim ve duygusal uyumla şekillenir. Ama hâlâ içinde eski bir yankı taşır: bir tür “bekleyiş”.
Peki biz bugün “müstakbel eşim” derken, gerçekten kimi bekliyoruz? Bir insanı mı, yoksa kendi içimizde tamamlanmayı mı?
[color=]II. Hikâye: Ayşe ile Mert’in Yarım Kalan Cümlesi[/color]
Ayşe, 29 yaşında bir tarih öğretmeniydi. Sınıfta Orta Çağ kadınlarını anlatırken, öğrencilerinden biri sormuştu:
“Hocam, o zamanlarda kadınlar sevdikleriyle evlenebiliyor muydu?”
Ayşe gülümsemişti. “Bazıları evet, ama çoğu kendi geleceğini değil, toplumun onlara yazdığı geleceği yaşadı,” demişti.
O sırada okulun bahçesinde, mühendis Mert yeni yapılan kütüphanenin zemin ölçümlerini yapıyordu. Disiplinli, hesaplı ve biraz da sessiz bir adamdı. İnsan ilişkilerinde planlıydı; duygularını stratejik bir dengeyle yaşardı.
Ayşe ise sezgisel, insan hikâyelerini dinlemeyi seven, empatisi güçlü bir kadındı. Tanıştıklarında ilk konuşmaları kısa ama derindi:
“Zemini ne kadar sağlam olmalı sizce?” diye sordu Ayşe.
Mert gözlerini ölçüm cihazından ayırmadan cevapladı: “Her yapı, taşıyabileceği kadar yük ister. Fazlası onu çökertir.”
Ayşe hafifçe başını eğdi. “İlişkiler de öyle galiba.”
O an, ikisinin arasında söylenmemiş ama hissedilen bir şey geçti — birbirini anlamanın sessiz bir biçimi.
[color=]III. Gelenekle Modernlik Arasında Bir Köprü[/color]
Ayşe’nin ailesi, “müstakbel eş” kavramını klasik anlamda yorumlardı. Onlara göre evlilik, düzenin simgesiydi; bireysel arayış değil. Mert’in ailesi ise daha modern bir çizgideydi, ama onlar da duygulardan çok “uyum” kelimesine inanırdı.
Bir akşam, Ayşe annesine Mert’ten bahsettiğinde şu yanıtı aldı:
“İyi çocuk belli ki, ama geleceği sağlam mı?”
Ayşe düşündü. “Anne, sağlamlık sadece maaşla ölçülmez,” demek istedi ama susmayı tercih etti.
İşte “müstakbel eş” tam da bu ikilikte yaşardı — bir yanda toplumun beklentileri, diğer yanda bireyin kendi anlam arayışı.
Tarihsel olarak bakıldığında, “müstakbel” kavramı hep bir öngörü, bir garanti duygusu taşımıştır. 20. yüzyıl başlarında yazılan mektuplarda, genç kadınlar “müstakbel zevcim” ifadesini umutla kullanırdı; çünkü o mektuplar bir tür sözleşme gibiydi. Bugün ise bu kelime, duygusal bağlamda daha belirsizdir — kimi zaman nişanlıyı, kimi zaman hayali bir kişiyi anlatır.
[color=]IV. Erkeklerin Stratejisi, Kadınların Sezgisi[/color]
Mert, ilişkilerde stratejik bir düşünce yapısına sahipti. Geleceği planlarken riskleri hesaplar, olasılıkları tartardı. Ayşe ise sezgileriyle karar verir, insanları duygular üzerinden anlamaya çalışırdı.
Bir gün Mert, Ayşe’ye şöyle dedi:
“Evlilik, doğru zaman ve doğru insan denklemidir.”
Ayşe gülümsedi. “Bence evlilik, zamanla doğru hale gelen iki insanın hikâyesidir.”
Bu fark, onların çatışması değil, tamamlayıcılığıydı. Erkeklerin çözüm odaklı yaklaşımı, kadınların duygusal sezgileriyle birleştiğinde gerçek bir denge doğar. Sosyolog Deborah Tannen, iletişim üzerine yaptığı çalışmalarında bu farklılıkların bir çatışma değil, farklı dil biçimleri olduğunu söyler (You Just Don’t Understand, 1990).
[color=]V. Toplumsal Algılar: “Beklemek” mi, “Seçmek” mi?[/color]
Forumlarda sık sık şu cümleyi görürüz: “Müstakbel eşimi bekliyorum.”
Ama beklemek pasif bir eylem değildir. Bazen bir inanç biçimidir. Toplum, özellikle kadınlardan sabırla “beklemelerini” ister; oysa modern birey, kendi hikâyesini seçmek ister.
Bu noktada soru şudur:
> “Müstakbel eş, bizi tamamlayan kişi midir, yoksa birlikte tamamlanmayı öğrenmemiz gereken yol arkadaşı mı?”
Evlilik kurumunun tarihsel rolü değiştikçe, bu kavramın anlamı da dönüşmektedir. Artık “müstakbel” yalnızca gelecekteki kişiyi değil, geleceğe dair birlikte kurulan vizyonu temsil eder.
[color=]VI. Hikâyenin Dönüm Noktası[/color]
Bir gün Mert, şehir dışına tayin teklifi aldı. Karar vermesi gerekiyordu: kariyer mi, ilişki mi?
Stratejik düşüncesi “git” diyordu. Ama Ayşe’nin sessiz varlığı, onun plan tablolarına sığmayan bir duyguydu.
Ayşe ise kalbinin sesiyle değil, kendi değerleriyle karar vermeyi öğrendi.
“Git,” dedi. “Ama dönmek istersen, buradayım. Çünkü müstakbel kelimesi, sadece geleceği değil, niyeti de anlatır.”
O an anladılar ki “müstakbel eş”, bir sözleşme değil; bir niyetin, bir yönün ifadesiydi.
[color=]VII. Sonuç: Müstakbel Eş, Aslında Bir Yansıma[/color]
Zaman geçti. Ayşe öğrencilerine ilişkiler tarihini anlatırken, “Müstakbel eş, sadece evleneceğiniz kişi değil,” diyordu, “hayatta değerlerinizi paylaştığınız insandır.”
Mert, başka bir şehirde çalışırken ona bir e-posta gönderdi:
> “Belki de ‘müstakbel’ kelimesi, hâlâ yazılmamış bir mektubun başlangıcıdır.”
Bu hikâye bize şunu hatırlatıyor: “Müstakbel eş” bir unvan değil, bir süreçtir. Kimi zaman karşımıza çıkan bir insan, kimi zaman kendi içimizde olgunlaşan bir kavrayıştır.
Peki sizce “müstakbel eş” dediğimizde, gelecekteki birini mi hayal ediyoruz, yoksa kendimizi daha iyi bir versiyona dönüştürecek bir hikâyeyi mi?
Belki de cevap, henüz yazılmamış bir notun satır aralarında saklıdır:
> “Müstakbel eşime… henüz cümleyi tamamlamadım, çünkü geleceğin kendisi hâlâ yazılıyor.”